Gece bastığında, şehir susmaz aslında; sadece sesi değişir. Kalabalığın çığlığı fısıltıya döner, adımlar yavaşlar, yüzler silikleşir. Ama tam da o anda, bir şey belirginleşir: koku. Ağaçların, toprağın, eski taşların… Gündüz fark etmediğimiz, belki yüz kez yanından geçip koklamadığımız şeyler, gece birdenbire soluduğumuz havanın merkezine yerleşir.
Bunun fiziksel bir açıklaması vardır elbet; sıcaklık düşer, nem artar, moleküller ağırlaşır. Ama mesele sadece moleküllerle açıklanamaz. Çünkü biz insanlar, geceye sadece burunla değil, belleğimizle de yaklaşırız.
Biz sosyologlar kokuyu, “duyuların en politik olmayanı” kabul ederiz; çünkü yönlendirilmesi, manipüle edilmesi en zor olanıdır.
Geceyle birlikte, koku sadece doğanın uykusunu değil, bizim de uykusuz anlarımızı uyandırır. Gündüz geçiştirdiğimiz, dikkatimizi bile çekmeyen detaylar, geceyi kuşatan sessizlikte daha net hissedilir. Belki de bu yüzden, gece bir türlü bitmeyen bir yolculuğa dönüşür; her adımda yeni bir koku, yeni bir anı, yeni bir hatıra doğar.
Ve her anı, sanki daha önce yaşanmış gibi tanıdık gelir. Birçok şeyin sözcüklerle tarif edilemeyecek kadar yoğun olduğu gece, bir tür içsel yankılanmadır. Hava, hafifçe soğudukça, geçmişin hüzünleri ya da sevinçleri, kokularla karışıp, adımlarımızla takip eder bizleri.
Kim bilir, belki de gece, en derin hatıralarımızın en gizli biçimde dışa vurduğu andır. Koku, zamanın ve mekanın ötesine geçer, kaybolmuş anıları yeniden var eder. O an, bilinçaltımızın en karanlık köşelerinden bir kıvılcım çıkar.
Şehir sessizdir ama ruhumuz hiç o an kadar gürültülü olmamıştır.